48 saat sonra öleceğim. Kutlayalım mı?
Ölmekten başka çaresi kalmayan bir kadının hikâyesi bu. ALS hastasıydı. Ağrısını dindirmenin başka bir yolu kalmamıştı. Acılar içinde eriyerek kaybolmaktansa ‘ötenazi’ hakkını kullanan ABD’li sanatçı Betsy Davis, ‘bu taraf’taki son 48 saatini her ayrıntısını planladığı bir partiyle, dostlarıyla kutladı. Giderayak insanoğluna hayatın sıcaklığı, ölümün hafifliği üzerine küçük bir masal anlattı.
Bilinmezlikten, bilmediğinden korkar insan. Kimse bilmez ölümün aslında ne olduğunu. Bu yüzden insanlığın en büyük korkusudur ölmek. Kim bilir belki de Sokrates haklıdır. Belki de: “İnsana verilen en büyük iyiliktir” ölüm. Betsy Davis’in hayatta en sevdiği alıntılardan birinin bu olması tesadüf değildi. Hayatını tesadüflere bırakmayan, yaşamını heykelle, resimle, sanatla anlamlandıran biri için belki de tek tesadüf, ummadığı bir anda ölümcül bir hastalığa yakalanmasıydı.
“Elimin ve kollarımın gücünü çok çabuk kaybetmeye başladım. Tüplerden beslenerek, makineye bağlı nefes alarak yaşamak istemiyorum. Vücudumun içinde sıkışmaktansa özgür bir ruh olmayı tercih ederim” diye yazmıştı kız kardeşine yolladığı bir e-mail’de.
ALS hastalığını, kaçınılmaz sonu öğrenince bir gece oturup ‘ölmeden önce yapılacaklar’ listesini çıkarmıştı. İlk sırada hep görmek istediği Japonya vardı, sonsıradaysa ‘son kez en sevdiklerinle bir parti ver’ maddesi… Listeyi neredeyse tamamlamanın verdiği huzurla son maddenin hazırlıklarına başladı.
SON AKŞAM YEMEĞİ: PİZZA VE MEKSİKA DOLMASI
30’dan fazla insan ‘gözyaşlarını kendilerine saklamak’ şartıyla ölümün kutlanacağı bu partiye katılmayı kabul ettti. Kimisi Chicago’dan, New York’tan uçtu, Kaliforniya’nın farklı noktalarından kalktı, Betsy’nin Kaliforniya’nın güneyindeki, bir dağ kasabası olan Ojai’deki evine geldi. Betsy, son 48 saatini en ince detaylarıyla planlamıştı. En sevdiği dükkândan peyniri, şarküterisi bol dilim dilim pizzalar hazırlattı, çok sevdiği bir tür Meksika yemeği olan içi mısır ve kıymayla doldurulmuş kızarmış dolmalık kırmızı biberleri unutmadı. Bir kadın arkadaşı çellosunu getirmişti, öteki armonikasını… Ekip, akşama doğru verandaya çıktı; enstürmanlara mırıldanarak eşlik etti. İlerleyen saatlerde sinema odasına geçildi, Betsy’nin ‘hayatımın filmi’ dediği 2013 yılı, Şili/Fransa yapımı, bir Alejandro Jodorowsky filmi olan ‘Gerçeğin Dansı’ (The Dance Of Reality) izlendi. Ertesi günü daha da neşeli kılmak istedi. Herkesi tek tek odasına çağırdı. Dolabındaki abuk kıyafetleri denemelerini ve hatıra olarak bir parça almalarını istedi. Sanki bir moda komedisi; kahkahalar, ‘selfie’ler…
AKŞAM KIZILLIĞINA VEDA
Ünlülere yöneltilen anketlerde denk geldiği “Nasıl ölmek istersiniz?” sorusuna karşılık hep “Güneş batımını izlerken uyuyakalmak” diye mırıldanırdı içinden. Yatağıyla az ilerdeki tepeye götürmelerini isteyecekti.
Yatağı kimin süreceğine bile karar vermişti. Kız kardeşi? Fazla kırılgan. Doktoru? Fazla ‘teknik’. Sinemacı dostu Niels Alpert’tan rica etti.
Ölmek için en iyi saati düşündü. Hem güneşin batışını kaçırmamak hem gece yarısı olmadan bilincinin kapanmasını istiyordu. İlaçların 4 saat içinde etkisini göstereceğini bildiği için 6:45’i seçti. 6:30’da bakıcısı, doktoru ve kız kardeşinin yardımıyla parti kıyafetini çıkardı, son Japonya seyahatinden aldığıbeyaz mavi çizgili kimonosunu geçirdi. Pentobarbital, morfin ve bir tür sakinleştirici olan kloral hidrattan oluşan ölüm kokteyli hazırdı. Üzerine biraz hindistancevizi sütü, bir kaşık şeker ve bir tutam tuz eklenmesini rica etti. Son nefesini verirken ağzında kalacak tada bile çoktan karar vermişti: Mayhoş, tropikal bir hindistancevizi tadı.
Herkese el sallayarak tekerlekli yastığıyla partiden ayrıldı. Arkadaşı istediği noktaya kadar sürdü onu, tam güneşe doğru. Akşam kızıllığını derin derin içine çekti, yüzünü ısıtan güneş karşısında karşı kocaman gülümseyerek uykuya daldı. Yara almadan ölmeyi seçti. Ölmenin bin yıllık tarihini yeniden böyle yazdı. O meşhur sözü bir kez daha hatırlattı: “Hiç kimsenin bu dünyadan canlı çıkacağı yok.”